Sayfalar

29 Aralık 2010 Çarşamba

SOKAK ÇOCUKLARI

Sayfa no? Yok
Cilt no? Yok
Hane no? Yok
Ana adı?

Ben sokak çocuğuyum abi
Hani şu uçurtması gökyüzünde asılı kalan
Bilyelerini rüyalarında unutan
Ve oyuncaklarını masal kahramanlarına çaldıran çocuk varya
O benim işte , o benim abi
Sahi, bir annem olmalıydı değil mi?
Ben dudaklarımda sokakları besteliyorum oysa
Sahi abi, tadı nasıldı anne sütünün?
Anneler nasıl okşar çocuklarını
Anne kokusu nasıldır kimbilir?
Ana ha?
Bir anne çizebilirmisin benim için
Karanlığın kar soğuğu parmak uçlarına bir anne
Unutulmuş çocukların ürkek avuçlarına bir anne
Ve yanına beni eklermisin abi?
Tıpkı sulu boya resimlerdeki gibi
Sımsıcak…
Sahi abi, senin gözlerini kesmiyor değil mi
Bir köprünün soğuk gergin ve karanlık bedeni …
Sahi sen hiç seyrettin mi ay

20 Aralık 2010 Pazartesi

Aynadaki Yüzün Ağırlığı

''İnsansız Bir Doğa'' '  'Dostu Olmayanın Yalın Yüzü''
Bay de Rollebon hayli bunaltıyor beni. Ayağa kalkıyorum. Bu salgın ışıkta kıpırdanıyorum; ve ışığın, ellerimde, ceketimin yenlerinde değiştiğini görüyorum, nasıl tiksindiriyor beni anlatamam. Esniyorum, masanın üstündeki lambayı yakıyorum: belki lambanın ışığı gün ışığını bastırır diye yakıyorum. Ama yazık. Lamba yürekler acısı bir ışık demeti sezdirmekten öteye gidemiyor. Söndürüyorum. Ayağa kalkıyorum. Duvarda ak bir oyuk var, ayna. Daha doğrusu bir tuzak. Biliyorum düşeceğim tuzağa. Düştüm bile, aynada kurşini bir şey beliriyor. Yaklaşıyor ve bakıyorum, çekilip gidemem artık önünden.
Bu görünen kurşini şey, yüzümün yankısı benim. Bu yitik günlerde sık sık bakarım bu yüze. Hiçbir şey demiyor yüzüm bana. Başkalarının yüzlerinin bir anlamı var. Benimkinin yok. Güzel ya da çirkin olduğuna bile karar veremem. Çirkin olduğunu sanıyorum, çirkin olduğunu söylediler çünkü. Bir toprak parçasına ya da bir kayaya güzel çirkin denilebilirmiş gibi, yüzümde bir nitelik bulmaları, çirkin bile demeleri şaşırtıyor aslında beni.
Öyle ama, yanaklarımın, alnımın üstündeki o gevşek bölgelerde, yine de görmeye değer bir şey var: kafatasımı yaldızlayan bu kırmızı güzel alev, yani saçlarım. Bak işte onları seyretmek hoştur. En azından açık renk, saçlarımın kızıllığından

30 Kasım 2010 Salı

Aşk'ın Mitolojik Tarihi

Her şey bundan dokuz bin yıl önce bu topraklarda başlamıştı… Ana Tanrıça’yı bilirsiniz. İki yanında birer pars, bacaklarının arasında bir çocuk olan şişman ilk kadın tanrı. İnsnlığın ilk tanrısı. Anadolu’nun eski insanlarının onu neden tanrı olarak seçtiklerini biliyor musunuz? Çünkü erkekler kendi dölleyici rollerinin farkında değillerdi. Kadınları dölleyen şeyin rüzgar, yağmur, ırmak, yani doğa olduğunu sanıyorlardı. Bu düşünce o zamanlar için hiç de yadırgatıcı değil. İnsanlar kendilerini doğanın bir parçası olarak görüyorlardı. Doğumu bir büyü, bir mucize sanıyorlardı. Kuşkusuz bunda o dönem anaerkil sistemin yaşanıyor olmasının da payı vardı. Ama asıl etkili olan konu üremenin bilinmemesiydi. İşte bu bilinmezlik, insanlığın ilk tanrılarından birini Ana Tanrıça’yı yarattı. Bu düşünce öylesine etkiliydi ki, ataerkil düzene geçildikten sonra da Anadolu’da tanrıça kültü sürdü. Örneğin bizim ataerkil Hititler, Fırtına Tanrısı Teşup gibi erkek bir tanrıya sahip olsalar bile, Güneş Tanrıçası Hepat’tan ve Tanrıça Kupaba’dan asla vazgeçemediler.

Aşk da tıpkı tanrıça gibidir; yani muhteşem bir yanılsamadır. Öncelikle erkeklerin icadıdır. Erkeğin açmazı da budur işte. Bir yandan kadın kendine ait olsun diye aileyi kurar, öte yandan gözü komşunun karısında kalır. İlyada’daki Paris’in Helen’i kaçırmasını anımsayın, orta çağdaki şövalye aşklarını anımsayın. Ama kadınlar

14 Ekim 2010 Perşembe

Ninatta'nın Bileziği

Hoş geldin, ey, uzak yolların yolcusu,
ey, güzel haberlerin müjdecisi,
ey omuzlarında yılların bilge yorgunluğunu,
gözlerinde bilnmezin heyecanını taşıyan kişi,
yaşlı ülkeme,
Hattilerin bin Tanrılı toprağına,
güzel Hattuşa'ya hoş geldin...
Hastalanmış mutluluğa,
uzun ömürlü kedere, sona erdireceğin yasıma hoş geldin.
Öksüz sokaklara, kimsesiz meydanlara,
boynu bükük evime hoş geldin.

Seni bekliyordum.
Uzun geceler, uzun günler boyunca,
neşeli baharlar,
doygun yazlar,

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Bay Kişilik / Bayan Kimlik

   Kimlik, insanın stratejisidir diyenler yanılıyor; aslında strateji boyutuna getirilen kişiliktir. Kişilik ile kimliği ayırmak gerek. Kişilik, genetik bir varyasyondur, elinde tuttuğun sahip olduğun ve gerektiğinde ailenden de destek alabileceğin uzantılar taşır; oysa kimlik sosyal bir değişimdir. Olgudur. Soruyorlar: ‘’Yani diyorsun ki kişilik sende olandır; kişilik ise sende olanın çevreye uyarlanmış biçimidir? Öyle mi?!’’
  Hayır, uyarlanmak denmez ona. Uyarlanmak, bir değişim değildir. Benzeme, bir karşılık gelme biçimidir.
Çeviridir aslında. Kimlik; çevrenin ve hayatın etkisi altında kalmaktan çok onlarla birlikte kişiliğine yenilik ya da farklılık eklemektir. Örneğin yeşil gözlü bir anne ve babanın çocuğu yeşil gözlü olabilir; bu genetiktir. Ama bakmayı sosyal çevreden öğrenir. Sonuçta göz kişiliktir, bakmak kimliktir.
  Kişilik, olduğu gibi gelir genden. Değişmez, bükülmez. Kimlik ise yaşadıkça şekillenen bir yandır. Ne kadar zeki olsan da kıskançlığını yenemeyebilirsin. Bu kişilik parçasıdır. Ama insanın parti, ülke, ideoloji değiştirmesi ise kimliğiyle ilintilidir. Yaşadıkçadır. Öğrenilebilenbirşeydir kimlik.

6 Ağustos 2010 Cuma

Oyun Bitti

(Tiyatronun soyunma odası. Saffet aynanın karşısında makyajını silmek üzeredir. Elini yüzündeki takma sakala götürür. Kapı açılır, elinde bavulu ve paketi Coşkun girer, bavulu yere bırakır, üstüne oturur.)

COŞKUN: Ben gelmedim.

SAFFET (Yerinden fırlar): Neden yataktan kalktın Coşkun?

COŞKUN (bavulu bırakır): Neden evden kaçtın Coşkun?

SAFFET: Delirmişsin sen.

COŞKUN (Saffet’in yüzüne bakar): Oyun bitti mi?

SAFFET: Gece de oynayacağız. Fakat sen bu durumda dolaşamassın.

COŞKUN: Görüyorsun otururyorum; dolaşacak halim kalmadı artık.

SAFFET (üzüntüyle): Neden yatmadın? Neden kalkıp buraya geldin?

COŞKUN: Başka gidecek yerim kalmadı da. Hiçbir müessese beni kabul etmedi. Evlilik müessesesinin de evlilik dışı müessesenin de dışında kaldım.

SAFFET (Telaşla): hemen yatmalısın bu koca bavulla dolaşmak senin için ne demektir, biliyorsun.

COŞKUN: Biliyorum. Resmen sokakta kaldım demektir.

25 Temmuz 2010 Pazar

Kayıp Bilezik

Uzaklarda aşağılarda, Jumna çabuk ve duru olarak aktı. Yukarda ileriye doğru çıkık olan sahil, kaşlarını çattı.
Ormanlarla kararmış, ve sellerle çentik çentik olmuş tepeler etrafta çevrelenmişti.
Büyük Sikh hocası Govinda kayaya oturmuş, dua kitabı okurken, zenginliğine mağrur müridi Raghunath geldi, önünde eğildi ve ‘’size layık olmayan naciz hediyemi getirdim..’’ dedi.
Böyle diyerek hocanın önüne, pahalı taşlarla işlenmiş bir çift altın bilezik koydu.
Üstad, bunlardan birini parmağında çevirerek kaldırdı ve elmaslar ışık okları saçtılar.
Birden, bilezik elinden kaydı, ve sahile yuvarlanarak suya battı.
Raghunath, ‘’Heyhat!’’ diye bağırdı ve nehre atıldı.
Hoca gözlerini kitabına dikti; ve su, çaldığını aldı, sakladı, onunla birlikte uzaklaştı gitti.
Raghunath yorgun ve üzerinden sular akarak geri dönüp hocaya geldiği zaman gün ışığı sönmüş, erimişti.
Soludu, ve ‘’Nereye düştüğünü gösterirse gene bulur-çıkarırım..’’ dedi.
Üstad geri kalan bileziği aldı ve suya atarak:
- İşte orada! Dedi.
(Meyva Zamanı - Rabindranath Tagore)

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Anlatmadan Anlaşılmak



Hilal gittiğinden beri günlerin çoğu sadece birbirimizi görerek geçiyor. Cafer’in en iyi tarafı bakışları, insanın zehrini alır gibi bakıyor. Böyle bakmayı kimden öğrendn sen? dedim bir gece . Nasıl? dedi. Böyle işte, içimin acısını alır gibi bakıyorsun. Acılaştı sesi, karımdan dedi, o çok bakardı insana.
Bazı geceler konuşacağı tutuyor, kopuk kopuk hikayeler anlatıyor kendisine ve karısına dair, oradan oraya atlayarak. Bir sıra izlemiyor, anlattığı hiçbir şeyin bir başı ve sonu yok. Sözgelimi karısının da adada doğduğunu, oldum olası birbirlerini tanıdıklarını anlatırken, sözü yazlıkçılardan birinin köyün çocuklarına saldıran köpeğine getirdği oluyor ya da iskelenin henüz yapılmadığı zamanlarda geminin açıkta demirlediğine, yolcuların sandallarla adaya taşındığına. Sözleri de hayatına benziyor, gedikler var, bütünleştiremiyorum. Karısını çok mu sevmiş, yoksa hala ölümünden dolayı azap mı çekiyor anlamış değilim, sorularıma doğrudan cevap vermiyor.
Ben de lokantacıdan öğrndim hikayesini. Hilal gittikten, içimde uyanmasını beklediğim şeyin ölmüş olduğunu anladıktan sonra.
..
Cafer’in hikayesi hakkında çok şey bildiği yok aslında, ama Cafer’in hiç sçzünü etmediği şeyi o söyledi.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Duanın Küstahlığı


Monoloğun sınırına, yalnızlığın ucuna varıldığında, -başka muhattap olmadığından- en yüksek diyalog bahanesi, Tanrı icad edilir. O’nun adını andığınız sürece cinnetinizin kılık değiştirmiş olduğu anlaşılmaz ve … herşey size mübah olur. Hakiki mümini deliden ayırt etmek güçtür; fakat onun deliliği yasaldır, kabul görür; saptırmaları her nevi imandan arınmış olsaydı, sonu tımarhane olurdu. Fakat bu saptırmalar Tanrı’nın güvencesi ve meşrutiyeti altındadır. Yaratıcı’ya hitap eden bir sofunun çalımı yanında, bir fatihin gruru bile soluk kalır… Nasıl buna cüret edilebilir? Sonsuzu elinin altında zanneden tiridi çıkmış bir yaşlı kadın şimdiye kadar hiçbir tiranın kalkışamadığı bir cüret düzeyine yükselirken, tevazu nasıl bir tapınak meziyeti olabilir?
Birbirne kavuşmuş ellerimin, muamma ve bayağılıklarımızın büyük Sorumlu’suna yakaracağı tek bir an için dünya tahtını feda ederdim. Oysa bu an herhangi bir müminin en sıradan vasfını teşkil eder –tıpkı resmi saat gibi. Fakat hakikaten mutevazı olan kişi, kendi kendine şunları tekrarlar: ‘’Dua edemeyecek kadar çekingen, bir kilisenin kapısından giremeyecek kadar ölgünüm; gölgeme boyun eğiyor ve Tanrı’nın dualarıma teslim olmasını istemiyorum.’’

16 Temmuz 2010 Cuma

Sabit Fikirlerin Kaymağı


İnsan cinnet tarafından korundukça etken olur ve ilerler; fakat sabit fikirlerin doğurgan zorbalığının elinden kurtulunca mahvolur ve çöker. Herşeyi kabul etmeye başlar; sadece ufak suistimalleri değil cinayetleri ve canavarlıkları da, kötü huyları ve saptırmaları da hoşgörüsüyle sarmalamaya başlar: Onun gözünde artık herşeyin değeri aynıdır. Kendi kendisini tahrip eden bağışlayıcılığı, suçluların, kurbanların ve cellatların tümünü kapsar; bütün taraflara katılır, çünkü bütün görüşleri benimser; jelatinimsi ve sonsuzluğa bulanmış olduğu için, bir nirengi noktası ya da musallat fikri olmadığı için, ‘’karakter’’ini kaybetmiştir.

15 Temmuz 2010 Perşembe

Anti peygamber

Her insanın içinde bir peygamber uyuklar ve o uyandığında, dünyadaki kötülük biraz daha artar…
Vaaz verme çılgınlığı içimizde öylesine yer etmiştir ki, korunma içgüdüsünün bilmediği derinliklerinden doğar. Her insan, kendinin bir şey önereceği anı bekler: ne önerdiği önemli değildir. Bir sesi vardır ya, o yeter. Ne sağır ne dilsiz olmanın bedelini pahalıya öderiz…
Çöpçüsünden züppesine kadar herkes, cinai cömertliğin kesesinden harcar; hepsi, mutluluk reçeteleri dağıtır; hepsi, herkesin adımlarına yön vermek ister: Ortaklaşa hayat, bundan ötürü tahammül edilmez bir hale gelir; insanın kendi hayatı da çekilmez olur: Başkalarının işlerine hiç karışılmadığı zaman kişi kendi işleri için o kadar endişe duyar ki, kendi ‘’benliğini’’ bir dine çevirir, ya da tersten havarilik yaparak ‘’benliğini’’ yok sayar: Evrensel oyunun kurbanıyızdır…

Varoluşun veçhelerine getirilen çözüm önerilerinin bolluğu, ancak bu önerilerin nafileleikleriyle mukayese edilebilir. Tarih: İdeal imalathanesi… huyu suyu belli olmayan mitoloji, sürülerin ve yalnızların taşkınlıkları… gerçekliği olduğu haliyle tasarlamanın reddi, ölümcül kurgu haçlığı…

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Adam öldürmekle suçlanıp, anasının cezanesinde ağlamadı diye idam edilenin sözleri


Ama papaz sözümü kesti ve bu başka hayattan ne anladığımı öğrenmek istedi. ‘’Bana bugünkünü anımsatacak bir hayat!’’ diye bağırdım. Ve hemen ardından, ‘’Artık bu şeylerden bıktım,’’ dedim. Bana hala tanrıdan söz etmek istiyordu. Ona doğru ilerledim ve son kez olarak çok az vaktim kaldığını anlatmaya çalıştım. Bunu da Tanrı sözüyle harcamak niyetinde değildim. Kendisine niçin, ‘’Pederim,’’ demediğimi, ‘’Efendim’’ diye seslendiğmi sorarak konuyu değiştirmeye çalıştı. Bu soru sinirime dokundu: ‘’Pederim değilsiniz de ondan. Siz ötekilerden yanasınız,’’ dedim. ‘’Hayır evladım,’’ dedi, ‘’ben senden yanayım. Ama sen bunu anlayamassın, çünkü yüreğin herşeye kapalı. Senin için dua edeceğim.’’
O zaman, bilmiyorum niçin, niçin içimde birşeyler deşiliverdi. Avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım, hakaret ettim, duasını istemediğimi yok olmaktansa yanmamın daha iyi olduğunu söyledim. Cüppesinin yakasına yapışmıştım. İçimin sevinç ve öfkeyle karışık bütün taşkınlıklarını üzerine boşaltıyordum. Ne kadar da dediklerinden güvenli görünüyordu değil mi? Oysa onun güvendiği şeylerden hiç biri bir kadın saçının bir tek teline bile değmezdi.

13 Temmuz 2010 Salı

Zebercet'in Ölümü

Ayakkabılarını, çoraplarını çıkardı. Ceketini, pantolonunu, kazağını sandalyenin arkalığına koymuşken aldı, askıya astı. Don-gömlek yatağa çıkıp masayı yokladı, bastırdı; dengesini koruyarak ağır ağır üstüne çıktı doğruldu. Ak abajurun üstünden kısa kurşun boruyu iki eliyle tutup çekti, asıldı; bir çatırtıyla birlik borunun tavana bağlı olduğu yerden küçük bir tahta parçası koptu; saçlarına yüzüne tpzlar düştü. Yatağa atladı; yere indi. Kurşun borunun ucunda abajur yana kaymış sarkıyordu. Kayrola demirindeki ipi alıp yürüdü; dış kapının yanındaki odadan ekmek bıçağıyla havanelini alarak ikinci kata çıktı. 2 numaraya girdi. Karyolayı önce ayak ucundan sonra baş ucundan iterek pencereden yana çekti. Odanın ortasında, havaneliyle bıçağın sapına vura vura muşambadan büyücek bir parça kesip attı. Yüzü sarıydı, katıydı. Soluğu sıklaşmıştı. Sırtını kayrolaya yaslayıp bir süre muşambayı kestiği yerdekiyıpranmış, renkleri koyulaşmış tahtalara baktı. Yıllar yılı kimbilir nereden, nasıl getirilip çakılmışlardı buraya. ….genç beslemelerin haftada bir keçeleri, kilimleri, halıları minderleri kaldırarak, dizleri üstünde emekleyerek, … yanlarındaki kovarla ıslattıkları bezlerle, tahta fırçalarıyla ovdukarı, sildikleri bu tahtalar içlerine işleyen suyla neredeyse koflaşmışlardı.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Bir ''kaybediş'in'' öyküsü

Bir ara karıncaları düşündü. Yağmur dinince saklandıkları yerlerden çıkıp, tatlıcının tek parça, büyük camından gördüğü caddeleri dolduranlar, bir çalışma, didinme mutluluğu içinde yürür gibiydiler. Yarım saat önce girdiği bu tatlıcı dükkanının önündeki küçük alanda değneğini sallayan trafik polisini görünce, çok eskiden gene burada oturduğu bir günü hatırlamış; bir bardak portakal suyu içmiş; sağındaki karyağdı paltolu adamın baklava yediğini bilmekten gelen iç bulantısıyla –başkalarının iştahla yiyebilmeleri alçakça bir haksızlıktı- yağmur dinince çıkıp bir sinemaya gitmek kararını vermişti. Oysa şimdi karıncaları düşünüyordu. Sinemaya gitse, biliyordu, başının ağrısı artacak, içinde hep o bir yere geç kaldığı duygusu olacaktı. O yer belki de burasıydı. ‘’Neden olmasın? Onu bu şehrin bir yerinde görmeyecek miyim? İşlerine çabuk varma telaşındaki şu karınca sürüsünün arasına karışmaktan şaşırmış, neden bu camın önünden geçmesin?’’ kulakları caddenin gürültüsüyle doluydu. İnsanların, taşıtların geliş gidişini yönelten trafik polisini, elindeki değnekle, bestecisi bilinmeyen bu kötü, sıkıcı senfoniyi çaldıran zevksiz bir orkestra şefine benzetti. Camın önünden geçecek ilk kadının arkasından gitmek niyetiyle hazırlandı.

2 Temmuz 2010 Cuma

Firmin; Hümanist Entel Serseri


Bir yabancılaşma öyküsü; ''İşte O''

‘’Havuzun kenarında arka ayaklarımın üzerinde durarak ve elimden geldiğince yukarıya uzanarak ilk defa kendimi görmüş oldum. Doğal olarak daha önceden aile efradımı görmüştüm ve sanırım onlara bakarak kendi görünüşümü de tahmin etmeliydim. Fakat o kadar önemli noktalarda birbirimizden ayrışıyorduk ki görünüşümüzün de farklı olacağını tahmin etmiştim; safça bir tahmin olduğunu anladım.
Sonuçta kendimi ilk görüşüm sıradan bir fareyi görmekle aynı değildi. Çok daha kişisel ve acı bir deneyimdi. Shunt veya Peewe’nin (kardeşleri) iğrenç suluetlerine bakmak kolay olsa da kendimin benzer haline bakmak korkunçtu. Bu acının yoğunluğunun kibrimle eşit orantıda olduğunu farkettim ama bu beni daha büyük bir hayal kırıklığına itti. Sadece çirkin değil bir de kibirliydim, kibirli olduğum için de aynı zamanda gülünçtüm de. İşte tam önümde duruyordu yansımam, hafif bükülmüş olsa da inkar edilemez bir gerçeklikte: kısa boylu, kalın belli, kıllı ve çenesiz. Tam bir maskara.

22 Mart 2010 Pazartesi

Sessizlik Üzerine


Suskunluk, duyuların yoğunlaşmasına yol açar -insanlar arasındaki sessizlik, iletişimin çoğalmasını sağlar. Çünkü sessizliğin içinde, ikimizden ya da üçümüzden daha büyük olan bir şeyi paylaşırız. Sessizlik, duyularla algılananların tümünün doruk noktasıdır. Söylenen sözcük, sessizliğe yapılmış bir müdehale, bütünlüğe yapılmış bir tecavüzdür. Sözcükler toplam deneyimimizin küçücük bir bölümünü bulandırır, farklılaştırır, sınıflandırır ve en sonunda onu yeni baştan düzenler. Bu, durgun suya bir taş atıp oluşan halkalar yüzünden suyu eskisi kadar açık seçik görmemeye benzer. Bu bağlamda sözcük, taşın kendisidir.
Konuşulan söz totaliterdir. Buyurur. Sahiplenir. Öteki sözleri dışarıda bırakır. Ağzımızdan çıktığı anda, hiyerarşik bir ilişki yaratır: Bir konuşan, bir de dinleyen vardır. Söz alışverişlerine dayanan tüm ilişkilerde, birinin ötekine egemen olma durumu vardır. Konuşulan söz, bizzat konuşma eylemi, insanın insana hükmettiği düzenin çok önemli, ayrılmaz bir parçasıdır. Sözcükler, insanların denetlenmesi ve birbirlerini denetlemeleri için şarttır. Sessizliği ilk kimin bozacağını belirleyen hiyerarşik düzenler vardır. Sessizliği ilk bozan, çoğunlukla, hakim durumdaki kişidir: ''Sana söz verilmeden konuşma!'' Karşılıklı konuşma sürecinde, konuşma sırasını, yani hakim rolü ele geçirmek için, çoğu zaman bir yarışma başlar. ''Haklısın'', ''anlıyorum'' sözcükleri, görüş birliğini doğurmaktan çok, konuşmayı kesmek ve sözü devralmak için kullanılır. Konuşmadaki güç ilişkisi, toplumsal sınıf, yaş ve cinsiyet farklılıklarını yansıtır. Konuşma eylemi, bütün bu ilişkilerdeki hükmetme- boyun eğme düzenini güçlendirir. Sömürülen, ezilen kişi, eşitlik sağlamaya çabalarken aynı ilişkiye öykünür, ezenin sözlerini kullanarak onun pozisyonuna sahip çıkmaya uğraşır ve böylece, biçimsel olarak, ezenin yerine geçer.
İnsanı şaşırtan, hayrete düşüren, tedirgin eden şey, sessizliktir. Düzenlenmemiş olan şey, yine sessizliktir.Tehlikeli ve bilinmeyen olasılıklar vaad eden şey, yine sessizliktir. Hayal gücümüzü zenginleştiren, sessizliktir. Deneyimleri sözcüklere dökmek, o deneyimlerden bir şey alıp götürür. Daha az sözcük kullanmak iletişim kuramadığımızı göstermez ille de. Daha ziyade, dilin ''dışlama'' eylemiyle tezat oluşturan bir paylaşma sürecidir bu. Sessizlikte daha çok şey izleyebiliriz. Sessizlikte geçmişi, bugunü ve geleceği görürüz. Konuşma sırasında, her şeyi zaman içine ve genellikle de içinde bulunduğumuz ana oturturuz. Konuşmak ''geçici bir ölümsüzlük'' peşinde boşu boşuna koşmaktır. ''Ben varım'' çığlığıdır bu. Sessizlik, zamanla ve sonsuzlukla olan ilişkimizin bilincidir. Sessizlik çok boyutlu, çok duyumludur. Konuşma, kategorik ve buyurucu üslubuyla, beş duyumuzun ancak bazı deneyimlerini aktarabilir. Sessizlik ise beş duyumuzla algıladıklarımızın toplamıdır, hatta bundan da fazlasıdır. Sessizlik, olana aczimizle söze dökmeye çabaladığımız bir şeyi, ''duyum ötesi algılama'' diyebileceğimiz bir durumu da içine alır.
Sözler, hayatta ölçülemeyen ya da kıyaslanamayan kavramları belirler ister istemez. ''Daha az ve daha çok özgürlük'', ''güzel, daha güzel, en güzel''. Hayır! Belki ''hızlı, daha hızlı'', ama ''en hızlı'' ya da ''en güzel'' asla olamaz.
(Cehenneme Övgü - Gündüz Vasssaf)

16 Mart 2010 Salı

Kitabın durumu...



''Hiçbir hakiki bilgi kırıntısına sahip olmaksızın, sırf herşey hakkında çene çalıp gevezelik yapabilmek için, edebiyat tarihlerini okuma yönündeki günümüzün yaygın saplantısına karşı bir panzehir olarak, izin verin size Lichtenberg'den -gerçekten okunmaya değerdir- bir pasaj zikredeyim: ''Dünyada kitaplardan daha tuhaf satış metalarına rastlamak galiba imkansızdır: Anlamayan kimseler tarafından basılır, anlamayan kimseler tarafından satılır, anlamayan kimseler tarafından okunulur, hatta tetkik ve tenkit edilir; ve şimdilerde artık onları anlamayan kimseler tarafından kaleme alınmaktadır.'' .''
(Schopenhauer - Okumak Yazmak ve Yaşamak Üzerine)

10 Ocak 2010 Pazar

Gerçek Öz'ümüz


''Ve dünya büzüldü, son sibermatik devrimin yarattığı teknolojiyle hergün biraz daha gözler önüne serilen sonsuz olasılıklarla birlikte küçüldü, küçüldü. Kendi küçük dünyasında, en temel ihtiyaçlarından yoksun bırakılan, sevgisizliğe, nefrete itilen küçücük insan, kendisi olmanın verdiği umutsuzlukla, orada, bir yerlerde onu bekleyen sonsuz seçeneklerin varolduğu duygusuyla, olmadığı bir şey olmaya ''ideal'' olmaya karar verdi.
gündelik yaşamın ezici zorunluluklarından kurtulup, sonsuz güçlere ulaşmak için, Faust gibi şeytanla anlaşma yaptı. Benliğini sürgüne gönderdi. Ruhunu sattı. Kendine yabancılaştı. Kendini, doğallığını, özünü kaybetti. Kendi yarattığı mekanik, robotsu dünyanın mekanik parçası oldu. Oysa içinde sonsuz güzellikler barındıran bir evren vardı. Bir ''gerçek özü'' vardı. ''Gelişme çiçeklenmek isteyen, ister sevinç, özlem, sevgi olsun; ister öfke, korku, mutsuzluk olsun, duyguların kendiliğindenliğini besleyen ya da yadsıyan; evet ya da hayır diyen; kendiliğindenlik tepkileri üreten ve böylece yaratıcı, kendisiyle ve dünyayla barışık, kendi sorumluluğunu üstlenen bir birey olmasını sağlayabilecek olan ''gerçek özü'' vardı. ''
.
.
''Gerçek özü''müz sürgünden dönebilir. Yeterli arzu ve çabayla kendimizi bulup yine kendimiz olailiriz.''
(Nevrozlar ve İnsan Gelişimi, öz gerçeklekleştirme kavgası- Karen HORNEY)