Sayfalar

20 Aralık 2010 Pazartesi

Aynadaki Yüzün Ağırlığı

''İnsansız Bir Doğa'' '  'Dostu Olmayanın Yalın Yüzü''
Bay de Rollebon hayli bunaltıyor beni. Ayağa kalkıyorum. Bu salgın ışıkta kıpırdanıyorum; ve ışığın, ellerimde, ceketimin yenlerinde değiştiğini görüyorum, nasıl tiksindiriyor beni anlatamam. Esniyorum, masanın üstündeki lambayı yakıyorum: belki lambanın ışığı gün ışığını bastırır diye yakıyorum. Ama yazık. Lamba yürekler acısı bir ışık demeti sezdirmekten öteye gidemiyor. Söndürüyorum. Ayağa kalkıyorum. Duvarda ak bir oyuk var, ayna. Daha doğrusu bir tuzak. Biliyorum düşeceğim tuzağa. Düştüm bile, aynada kurşini bir şey beliriyor. Yaklaşıyor ve bakıyorum, çekilip gidemem artık önünden.
Bu görünen kurşini şey, yüzümün yankısı benim. Bu yitik günlerde sık sık bakarım bu yüze. Hiçbir şey demiyor yüzüm bana. Başkalarının yüzlerinin bir anlamı var. Benimkinin yok. Güzel ya da çirkin olduğuna bile karar veremem. Çirkin olduğunu sanıyorum, çirkin olduğunu söylediler çünkü. Bir toprak parçasına ya da bir kayaya güzel çirkin denilebilirmiş gibi, yüzümde bir nitelik bulmaları, çirkin bile demeleri şaşırtıyor aslında beni.
Öyle ama, yanaklarımın, alnımın üstündeki o gevşek bölgelerde, yine de görmeye değer bir şey var: kafatasımı yaldızlayan bu kırmızı güzel alev, yani saçlarım. Bak işte onları seyretmek hoştur. En azından açık renk, saçlarımın kızıllığından
hoşnutum. Aynada bakmaya değer doğrusu, ışıl ışıl yanıyor. Şanslıyım demektir. Ya saçlarım: kumral mıdır, kahverengi midir anlaşılmayacak, bu ikisinin arası bir renkte olsalardı ne yapardım ben? Yüzüm gariplik içinde yitip gider, aynaya baktıkça başım dönerdi.
Gözlerim; yavaş yavaş ve sıkıntılı, saçlardan alna ve yanaklara iniyor: ama işe yarar bir yere rastlamayıp karaya oturan gemi gibi kalakalıyor. Elbette orda bir şeyler var, örneğin bir burun, gözler, ağız, ama yavan, anlamsız, insan yüzünün taşıması gereken anlatımdan yoksun. Yine de Anny olsun, Velines olsun bu yüzü canlı buluyorlardı; bilmem, belki de ben yüzüme fazla alıştım. Çocukluğumda Bigeois teyzem: ‘’Aynaya çok fazla bakarsan karında maymun görürsün’’ derdi. Ama ne yapayım ki aynaya çok fazla bakmak zorunda kaldım: gördüğüm? Maymunun da üstünde, bitkisel bir dünyanın kıyısında, polipler düzeyinde bir şey. Yaşamıyor mu bu varlık, elbette yaşıyor, hayır dediğim yok; ama Anny’nin düşündüğü insan böylesi yaşayan biri değil: usul yürek oynamaları, terkedilişlerle açılıp çırpınan bir ten görüyorum. Özellikle gözler. Yakından bakılınca ne kadar korkunç. Cam gibi, soyut, kör, kıyıları kırmızı, sanki göz değil de balık pulları.
Bütün ağırlığımla fayansın kenarına yükleniyorum. Yüzümü tutabileceğim yere dek yaklaştırıyorum. Göz de, burun da, ağız da kayboluveriyor birden. Artık insansal hiçbir şey kalmadı ortada. Ateşli şiş dudakların kıyılarındaki koyu kıvrımlar, çatlaklar ve kabarcıklar. Yanak sarkıntılarında hafif ipeksi tüyler var, burun deliklerinden iki kıl dışkırıyor dışarı: kabartma bir dünya haritası bu. Ama bütün bunlara rağmen bu ay dünyası yabancı değil bana, ayrıntılara gelince, tanıyorum diyemem. Ne var ki bütünününe bakılınca önceden görmüşüm gibi bir duygu uyanıyor bende, hem de beni uyuşturan, gevşeten tatsız bir duygu: usul usul uykuya kayıyorum.
Doymak isterdim, doyurmak isterdim kendimi: canlı ve bölük bir duyarlık kurtarabilir beni. Sol elimi yüzüme yapıştırıp tenimi derinin üstünde gezdiriyorum, yüzümü buluşturuyorum. Yüzümün bütün bir yarısı yok gibi, ağzımın sol yarısı buruşup şişiyor, göz evim gördüğü tek bir dişin farkına varıp fildişi ak bir kümeye, pembe ve karlı diş etlerime büyüyor. Hayır, benim aradığım bu değildi: güçlü bir şey var mı? Yok, yeni bir şey var mı; tatlı, nemli ve donuk ve görüp bildiğim yok! Sütçü beygiri gibi ayakta uyuyorum. Yüzüm şimdiden büyümeye başladı bile, büyüdükçe büyüyor aynada, ışıkta akıp giden koca bir ağıl oluyor.
Birden kendime geliyorum, uyurken dengemi yitirdiğim için. Bir de bakıyorum ata biner gibi, şaşkın, bir iskemleye oturmuşum. Öteki insanlar da benim gibi midirler? Bana öyle geliyor ki, sağır ve organik bir duyarlılıkla bedenimin ağırlığını duyar gibi kendi yüzümü duyabiliyorum ben. Ya ötekiler? Örneğin bir Rollebon? Ne diyor Bayan de Genlis: ‘’ Yüzü küçüktü, kırışıktı, temizdi, temizdi, çiçek bozuğuydu. Kurnazlık, şeytanlık gözlerinden okunuyordu, ne yaparsa yapsın gözleri ele veriyordu onu. Süsüne pek düşkündü. Takma saçsız dolaştığını hiç görmedim. Sakallarının gür olmasına rağmen, ille de kendi kendini traş etmek istediğinden, yanakları mora çalıyordu, traş olurken acı çektiği belliydi. Grimm gibi üstübeç sürerdi yüzüne. Bay de Dergeville, bu ak, mavi renklere bulaşınca tam bir Roduefort peynirine benziyor derdi onun için. Düşünüyorum; Bay de Rollebon’u da, aynaya baktıkça, böyle benim gibi yutuyor muydu yüzü?
Sanırım eğlendirici bir yüzü vardı. Ama n’olursa olsun, Bayan de Charriere’in karşısına da böyle bir yüzle çıkmamışır. Kadın çokluk, soluk buluyordu onu. Belki de gerçek yüzünün anlaşılması mümkün değil. Bilmem, amaba yalnız olduğum için mi benim yüzüm böyle? Toplu yaşayan insanlar aynalarda kendilerini, dostlarının gördükleri gibi görmeye alışmışlardır. Ama benim dostum yok ki: tenm bu yüzden mi bu kadar yalın, çıplak geliyor bana. İnsanın, evet, evet, insanın, insansız bir doa gibisin diyeceği geliyor.


Çalışmak gelmiyor içimden artık, yapacak başka bair şey yok, iyisi geceyi beklemeli.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder