Sayfalar

25 Temmuz 2010 Pazar

Kayıp Bilezik

Uzaklarda aşağılarda, Jumna çabuk ve duru olarak aktı. Yukarda ileriye doğru çıkık olan sahil, kaşlarını çattı.
Ormanlarla kararmış, ve sellerle çentik çentik olmuş tepeler etrafta çevrelenmişti.
Büyük Sikh hocası Govinda kayaya oturmuş, dua kitabı okurken, zenginliğine mağrur müridi Raghunath geldi, önünde eğildi ve ‘’size layık olmayan naciz hediyemi getirdim..’’ dedi.
Böyle diyerek hocanın önüne, pahalı taşlarla işlenmiş bir çift altın bilezik koydu.
Üstad, bunlardan birini parmağında çevirerek kaldırdı ve elmaslar ışık okları saçtılar.
Birden, bilezik elinden kaydı, ve sahile yuvarlanarak suya battı.
Raghunath, ‘’Heyhat!’’ diye bağırdı ve nehre atıldı.
Hoca gözlerini kitabına dikti; ve su, çaldığını aldı, sakladı, onunla birlikte uzaklaştı gitti.
Raghunath yorgun ve üzerinden sular akarak geri dönüp hocaya geldiği zaman gün ışığı sönmüş, erimişti.
Soludu, ve ‘’Nereye düştüğünü gösterirse gene bulur-çıkarırım..’’ dedi.
Üstad geri kalan bileziği aldı ve suya atarak:
- İşte orada! Dedi.
(Meyva Zamanı - Rabindranath Tagore)

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Anlatmadan Anlaşılmak



Hilal gittiğinden beri günlerin çoğu sadece birbirimizi görerek geçiyor. Cafer’in en iyi tarafı bakışları, insanın zehrini alır gibi bakıyor. Böyle bakmayı kimden öğrendn sen? dedim bir gece . Nasıl? dedi. Böyle işte, içimin acısını alır gibi bakıyorsun. Acılaştı sesi, karımdan dedi, o çok bakardı insana.
Bazı geceler konuşacağı tutuyor, kopuk kopuk hikayeler anlatıyor kendisine ve karısına dair, oradan oraya atlayarak. Bir sıra izlemiyor, anlattığı hiçbir şeyin bir başı ve sonu yok. Sözgelimi karısının da adada doğduğunu, oldum olası birbirlerini tanıdıklarını anlatırken, sözü yazlıkçılardan birinin köyün çocuklarına saldıran köpeğine getirdği oluyor ya da iskelenin henüz yapılmadığı zamanlarda geminin açıkta demirlediğine, yolcuların sandallarla adaya taşındığına. Sözleri de hayatına benziyor, gedikler var, bütünleştiremiyorum. Karısını çok mu sevmiş, yoksa hala ölümünden dolayı azap mı çekiyor anlamış değilim, sorularıma doğrudan cevap vermiyor.
Ben de lokantacıdan öğrndim hikayesini. Hilal gittikten, içimde uyanmasını beklediğim şeyin ölmüş olduğunu anladıktan sonra.
..
Cafer’in hikayesi hakkında çok şey bildiği yok aslında, ama Cafer’in hiç sçzünü etmediği şeyi o söyledi.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Duanın Küstahlığı


Monoloğun sınırına, yalnızlığın ucuna varıldığında, -başka muhattap olmadığından- en yüksek diyalog bahanesi, Tanrı icad edilir. O’nun adını andığınız sürece cinnetinizin kılık değiştirmiş olduğu anlaşılmaz ve … herşey size mübah olur. Hakiki mümini deliden ayırt etmek güçtür; fakat onun deliliği yasaldır, kabul görür; saptırmaları her nevi imandan arınmış olsaydı, sonu tımarhane olurdu. Fakat bu saptırmalar Tanrı’nın güvencesi ve meşrutiyeti altındadır. Yaratıcı’ya hitap eden bir sofunun çalımı yanında, bir fatihin gruru bile soluk kalır… Nasıl buna cüret edilebilir? Sonsuzu elinin altında zanneden tiridi çıkmış bir yaşlı kadın şimdiye kadar hiçbir tiranın kalkışamadığı bir cüret düzeyine yükselirken, tevazu nasıl bir tapınak meziyeti olabilir?
Birbirne kavuşmuş ellerimin, muamma ve bayağılıklarımızın büyük Sorumlu’suna yakaracağı tek bir an için dünya tahtını feda ederdim. Oysa bu an herhangi bir müminin en sıradan vasfını teşkil eder –tıpkı resmi saat gibi. Fakat hakikaten mutevazı olan kişi, kendi kendine şunları tekrarlar: ‘’Dua edemeyecek kadar çekingen, bir kilisenin kapısından giremeyecek kadar ölgünüm; gölgeme boyun eğiyor ve Tanrı’nın dualarıma teslim olmasını istemiyorum.’’

16 Temmuz 2010 Cuma

Sabit Fikirlerin Kaymağı


İnsan cinnet tarafından korundukça etken olur ve ilerler; fakat sabit fikirlerin doğurgan zorbalığının elinden kurtulunca mahvolur ve çöker. Herşeyi kabul etmeye başlar; sadece ufak suistimalleri değil cinayetleri ve canavarlıkları da, kötü huyları ve saptırmaları da hoşgörüsüyle sarmalamaya başlar: Onun gözünde artık herşeyin değeri aynıdır. Kendi kendisini tahrip eden bağışlayıcılığı, suçluların, kurbanların ve cellatların tümünü kapsar; bütün taraflara katılır, çünkü bütün görüşleri benimser; jelatinimsi ve sonsuzluğa bulanmış olduğu için, bir nirengi noktası ya da musallat fikri olmadığı için, ‘’karakter’’ini kaybetmiştir.

15 Temmuz 2010 Perşembe

Anti peygamber

Her insanın içinde bir peygamber uyuklar ve o uyandığında, dünyadaki kötülük biraz daha artar…
Vaaz verme çılgınlığı içimizde öylesine yer etmiştir ki, korunma içgüdüsünün bilmediği derinliklerinden doğar. Her insan, kendinin bir şey önereceği anı bekler: ne önerdiği önemli değildir. Bir sesi vardır ya, o yeter. Ne sağır ne dilsiz olmanın bedelini pahalıya öderiz…
Çöpçüsünden züppesine kadar herkes, cinai cömertliğin kesesinden harcar; hepsi, mutluluk reçeteleri dağıtır; hepsi, herkesin adımlarına yön vermek ister: Ortaklaşa hayat, bundan ötürü tahammül edilmez bir hale gelir; insanın kendi hayatı da çekilmez olur: Başkalarının işlerine hiç karışılmadığı zaman kişi kendi işleri için o kadar endişe duyar ki, kendi ‘’benliğini’’ bir dine çevirir, ya da tersten havarilik yaparak ‘’benliğini’’ yok sayar: Evrensel oyunun kurbanıyızdır…

Varoluşun veçhelerine getirilen çözüm önerilerinin bolluğu, ancak bu önerilerin nafileleikleriyle mukayese edilebilir. Tarih: İdeal imalathanesi… huyu suyu belli olmayan mitoloji, sürülerin ve yalnızların taşkınlıkları… gerçekliği olduğu haliyle tasarlamanın reddi, ölümcül kurgu haçlığı…

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Adam öldürmekle suçlanıp, anasının cezanesinde ağlamadı diye idam edilenin sözleri


Ama papaz sözümü kesti ve bu başka hayattan ne anladığımı öğrenmek istedi. ‘’Bana bugünkünü anımsatacak bir hayat!’’ diye bağırdım. Ve hemen ardından, ‘’Artık bu şeylerden bıktım,’’ dedim. Bana hala tanrıdan söz etmek istiyordu. Ona doğru ilerledim ve son kez olarak çok az vaktim kaldığını anlatmaya çalıştım. Bunu da Tanrı sözüyle harcamak niyetinde değildim. Kendisine niçin, ‘’Pederim,’’ demediğimi, ‘’Efendim’’ diye seslendiğmi sorarak konuyu değiştirmeye çalıştı. Bu soru sinirime dokundu: ‘’Pederim değilsiniz de ondan. Siz ötekilerden yanasınız,’’ dedim. ‘’Hayır evladım,’’ dedi, ‘’ben senden yanayım. Ama sen bunu anlayamassın, çünkü yüreğin herşeye kapalı. Senin için dua edeceğim.’’
O zaman, bilmiyorum niçin, niçin içimde birşeyler deşiliverdi. Avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım, hakaret ettim, duasını istemediğimi yok olmaktansa yanmamın daha iyi olduğunu söyledim. Cüppesinin yakasına yapışmıştım. İçimin sevinç ve öfkeyle karışık bütün taşkınlıklarını üzerine boşaltıyordum. Ne kadar da dediklerinden güvenli görünüyordu değil mi? Oysa onun güvendiği şeylerden hiç biri bir kadın saçının bir tek teline bile değmezdi.

13 Temmuz 2010 Salı

Zebercet'in Ölümü

Ayakkabılarını, çoraplarını çıkardı. Ceketini, pantolonunu, kazağını sandalyenin arkalığına koymuşken aldı, askıya astı. Don-gömlek yatağa çıkıp masayı yokladı, bastırdı; dengesini koruyarak ağır ağır üstüne çıktı doğruldu. Ak abajurun üstünden kısa kurşun boruyu iki eliyle tutup çekti, asıldı; bir çatırtıyla birlik borunun tavana bağlı olduğu yerden küçük bir tahta parçası koptu; saçlarına yüzüne tpzlar düştü. Yatağa atladı; yere indi. Kurşun borunun ucunda abajur yana kaymış sarkıyordu. Kayrola demirindeki ipi alıp yürüdü; dış kapının yanındaki odadan ekmek bıçağıyla havanelini alarak ikinci kata çıktı. 2 numaraya girdi. Karyolayı önce ayak ucundan sonra baş ucundan iterek pencereden yana çekti. Odanın ortasında, havaneliyle bıçağın sapına vura vura muşambadan büyücek bir parça kesip attı. Yüzü sarıydı, katıydı. Soluğu sıklaşmıştı. Sırtını kayrolaya yaslayıp bir süre muşambayı kestiği yerdekiyıpranmış, renkleri koyulaşmış tahtalara baktı. Yıllar yılı kimbilir nereden, nasıl getirilip çakılmışlardı buraya. ….genç beslemelerin haftada bir keçeleri, kilimleri, halıları minderleri kaldırarak, dizleri üstünde emekleyerek, … yanlarındaki kovarla ıslattıkları bezlerle, tahta fırçalarıyla ovdukarı, sildikleri bu tahtalar içlerine işleyen suyla neredeyse koflaşmışlardı.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Bir ''kaybediş'in'' öyküsü

Bir ara karıncaları düşündü. Yağmur dinince saklandıkları yerlerden çıkıp, tatlıcının tek parça, büyük camından gördüğü caddeleri dolduranlar, bir çalışma, didinme mutluluğu içinde yürür gibiydiler. Yarım saat önce girdiği bu tatlıcı dükkanının önündeki küçük alanda değneğini sallayan trafik polisini görünce, çok eskiden gene burada oturduğu bir günü hatırlamış; bir bardak portakal suyu içmiş; sağındaki karyağdı paltolu adamın baklava yediğini bilmekten gelen iç bulantısıyla –başkalarının iştahla yiyebilmeleri alçakça bir haksızlıktı- yağmur dinince çıkıp bir sinemaya gitmek kararını vermişti. Oysa şimdi karıncaları düşünüyordu. Sinemaya gitse, biliyordu, başının ağrısı artacak, içinde hep o bir yere geç kaldığı duygusu olacaktı. O yer belki de burasıydı. ‘’Neden olmasın? Onu bu şehrin bir yerinde görmeyecek miyim? İşlerine çabuk varma telaşındaki şu karınca sürüsünün arasına karışmaktan şaşırmış, neden bu camın önünden geçmesin?’’ kulakları caddenin gürültüsüyle doluydu. İnsanların, taşıtların geliş gidişini yönelten trafik polisini, elindeki değnekle, bestecisi bilinmeyen bu kötü, sıkıcı senfoniyi çaldıran zevksiz bir orkestra şefine benzetti. Camın önünden geçecek ilk kadının arkasından gitmek niyetiyle hazırlandı.

2 Temmuz 2010 Cuma

Firmin; Hümanist Entel Serseri


Bir yabancılaşma öyküsü; ''İşte O''

‘’Havuzun kenarında arka ayaklarımın üzerinde durarak ve elimden geldiğince yukarıya uzanarak ilk defa kendimi görmüş oldum. Doğal olarak daha önceden aile efradımı görmüştüm ve sanırım onlara bakarak kendi görünüşümü de tahmin etmeliydim. Fakat o kadar önemli noktalarda birbirimizden ayrışıyorduk ki görünüşümüzün de farklı olacağını tahmin etmiştim; safça bir tahmin olduğunu anladım.
Sonuçta kendimi ilk görüşüm sıradan bir fareyi görmekle aynı değildi. Çok daha kişisel ve acı bir deneyimdi. Shunt veya Peewe’nin (kardeşleri) iğrenç suluetlerine bakmak kolay olsa da kendimin benzer haline bakmak korkunçtu. Bu acının yoğunluğunun kibrimle eşit orantıda olduğunu farkettim ama bu beni daha büyük bir hayal kırıklığına itti. Sadece çirkin değil bir de kibirliydim, kibirli olduğum için de aynı zamanda gülünçtüm de. İşte tam önümde duruyordu yansımam, hafif bükülmüş olsa da inkar edilemez bir gerçeklikte: kısa boylu, kalın belli, kıllı ve çenesiz. Tam bir maskara.