Sayfalar

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Bir ''kaybediş'in'' öyküsü

Bir ara karıncaları düşündü. Yağmur dinince saklandıkları yerlerden çıkıp, tatlıcının tek parça, büyük camından gördüğü caddeleri dolduranlar, bir çalışma, didinme mutluluğu içinde yürür gibiydiler. Yarım saat önce girdiği bu tatlıcı dükkanının önündeki küçük alanda değneğini sallayan trafik polisini görünce, çok eskiden gene burada oturduğu bir günü hatırlamış; bir bardak portakal suyu içmiş; sağındaki karyağdı paltolu adamın baklava yediğini bilmekten gelen iç bulantısıyla –başkalarının iştahla yiyebilmeleri alçakça bir haksızlıktı- yağmur dinince çıkıp bir sinemaya gitmek kararını vermişti. Oysa şimdi karıncaları düşünüyordu. Sinemaya gitse, biliyordu, başının ağrısı artacak, içinde hep o bir yere geç kaldığı duygusu olacaktı. O yer belki de burasıydı. ‘’Neden olmasın? Onu bu şehrin bir yerinde görmeyecek miyim? İşlerine çabuk varma telaşındaki şu karınca sürüsünün arasına karışmaktan şaşırmış, neden bu camın önünden geçmesin?’’ kulakları caddenin gürültüsüyle doluydu. İnsanların, taşıtların geliş gidişini yönelten trafik polisini, elindeki değnekle, bestecisi bilinmeyen bu kötü, sıkıcı senfoniyi çaldıran zevksiz bir orkestra şefine benzetti. Camın önünden geçecek ilk kadının arkasından gitmek niyetiyle hazırlandı.
Elindeki izmariti attı; cebinden bir tek lira çıkarıp masaya koydu. Bir erkeğin kolunda Köprü’den yana geçen kadını görünce, kararını ‘sağa, Tophane yönüne ilk geçecek kadının’ diye düzeltti. O yana ilk geçen kadın yüsyuvarlak, buruşuk bir kocakarıydı. Yumruklarını sıktı. Artık bu kadarı da fazlaydı. Yoksa yalnız onunla uğraşmaktan, başını ağırtmaktan hoşlanan alaycı, korkunç gizli bir varlığın oyuncağı mıydı? Kesin olarak bilemediği bir şeylere kızıyordu. İçinden sövdü. ‘’Vız gelirsiniz bana. Alay edin bakalım. Hepinize inat bir gün bulacam onu.’’ Camın önünden geçen bir kız yürürken başını çevirip ona değil, dükkanın içine doğru baktı. Bu gergin yüzü, bu ürkek mavi gözleri eskiden bir yerde görmüştü. Birden başının ağrısı kesildi. İçinde acayip bir sevinç, delice bir telaşla kalktı. Aradığı oydu. Başının ağrısını böyle kesiveren, portakal suyuyla birlik içtiği aspirin değil, onun yüzünü görmesiydi. Kapıdan hızla çılıp mavi yağmurluğu görünce yavaşladı. Yirmi adım kadar önünde, arkasına bakmadan yürüyordu. Gidip kolunu tutsa, ‘-Merhaba,’ dese, belki başka bir söz bile söylemeden anlaşacaklardı. Belki yalnız, ‘-Sus, biliyorum’ diyecekti. Onun kolunu burada, karıncaların arasında değil, ilerde tenha bir sokakta tutacaktı. Bilmediği o sokağa çabuk varmak istiyordu. Mavi yağmurluklu kızın kosmağa başladığını görünce şaşırdı. Duraktaki otobüse atlar atlamaz o da koştu, ama yetişemedi. Otobüs kalkmış gidiyordu. Koşarken ,
-Heyy, dursana! Diye bağırdı.
Geçenler ona bakıyordu. Bir adama çarptı; sonra birine daha… gittikçe uzaklaşan otobüse yetişemeyeceğine inanamıyordu. Bunun bir yolu olmalıydı. Otobüs ilerde, başka taşıtların arasında kayboldu. İnsanların hızlı yaşadıkları bir çağda olduğunu neden unutmuştu? Soluk soluğa durdu. Ötekiler ona bakıyorlardı. Önünden geçen taksiye el salladı.
-Taksi!
İçi doluydu, durmadı. Otobüse yetişmek için bunlardan birini durdurması gerekti. Yolun ortasına çıkıp karşıdan hızla gelen iki kolunu da kaldırdı. Araba yavaşlayıp yanından geçmek niyetiyle sağa kırınca önüne koştu. Bir kadın bağırdı. Taksi durdu. Kapıyı açıp dışarı çıkan şoföre yaklaşırken arkada oturan adamın sıkıntılı, kızgın gözlerini gördü. Belki işine giden bir komisyoncuydu. Şoför,
- İtoğlu, dedi. Canına mı susadın?
- Beni otobü…
Göğsüne inen yumrukla sendeledi. Önce şaşırdı, sonra içinde kabaran bir öfke ile suratına vurdu. Adam elleriyle yüzünü kapayıp ıslak taşlara kıvrıldı. Parmakları kanlıydı. Çevresini yavaş yavaş otomobil kornalı, tramvay çanlı, insan sesli bir gürültüdür kapladı.
-Burnu kırılmış, diyorlardı.
-Bayılmış.
-Burnu kırılmış!
Birisi kolunu tuttu.
-Ne var, ne oldu? diye sordu.
Baktı, bir polisti. Taksideki adam,
-Ben gördüm, dedi. Kabahat onda. Arabanın önüne geçip durdurdu. Üstelik şoföre vurdu.
Çevresindeki herkes ona düşmanca bakıyordu. Kuşatılmıştı. Artık otobüse yetişmesi olanaksızdı. Birden sol şakağındaki ağrı yeniden başladı. Yıllardır aradığını bulur bulmaz yitirmesine sebeb olan bu saçma, alaycı düzene boyun eğmiş gibi kendini koyverdi. Şimdi ona istediklerini yapabilirlerdi. Yanındaki polis kolunu sarsıp, ummadığı yumuşak bir sesle sordu:
- Ne oldu? Anlat.
- Otobüse yetişecektim…
Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.
(Aylak Adam- Yusuf Atılgan)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder