Sayfalar

3 Şubat 2011 Perşembe

Tahir ile Zühre

Ateşe Yazgılı Pervaneler

Zühre doğan gün, Tahir onu kucaklayan ufuk.
Zühre can alan bakış, Tahir o bakıştaki sürme.
Biri gül, diğeri gül ile işveleşen rüzgar…


Aşığın elindeki kâr sadece aşk. Ve aşk yordamına sahip gönül, aşkın sürekli göçebesi. Hep yürümek zorunda o; kendinden aşka, aşktan sevggiliye. Ki aşkın yegane koşulu sevgiliyi aramaktır. Bulmakta aramaktır. Aşığın aşktan bütün nasibi, aramak…
Aşk, gönül konutunu aydınlatsın, bu yeter aşığa. Can konutu kime adanmış bunu bilsin yeter. Artık gizli kanatları vardır aşığın; yar ile arasına giren mesafelerin üzerinde, açılır kapanır gizlice. Aşk kalmamışsa kanatlar da hissedilmez. Ama aşk varsa, aşık sevgilidedir daima. Mesafeler ise aşk üzüntüsünün mecazı. Böylece bilir ki üzüntü kaldıkça aşk da var demektir.
Aşkın çilesini bir can çekişmesi gibi duysa da, sevgili hâyaliyle diridir o. Doğru aşk, geleceği olan aşk, böyle birbirinden can alıp veren sevgililerin aşkıdır, yaralar, ama yaralanmaz.

Ölüm Ne, Ayrılık Ne?

Aşk kalbe giren bir misafirdi, canı ecele teslim eder gibi hicrana yükleyip, uğurladı. Ki aşık için ayrılığın yıkımı ölümün yıkımından daha az korkunç değildir.
Ayrılık okuna galabe çalacak kalkan bulunamaz. O gelir ve yaralar. Bir umut varsa aşık için, o umut tecelli edene kadar yaranın ne kanı dine, ne sızısı. Ama ayrılık gelmişse ve bir umut da yoksa, ölümün klavuzu say hicranı. Gelir ve görünmez kapılardan kabre taşır aşığın bedenini. O kabirde yaşanan da azap veren bir hasrettir. Hasret ki acımasız bir el gibi sarılır boğaza nefesleri boğar, takati keser, canı yağmalar. Ne dönen dünya kalır ne gelip
geçen zaman. Tek hareket sinedeki hançerin hareketidir. Ve can artık sade bir inleyiş, sâde gittikçe genişleyen bir yaradır aşıkta.
Ayrılık ki, bütün tecellileri ölüme dair ızdıraplandırır.
Evet, başa gelen bela büyük.
İki aşık öyle bir eleme öyle bir çileye satıldılar ki, onlara sadece sinelerini yakıp kavuran bir acı ve boğuk hıçkırıklar kaldı.artık ne bir teselli gelebilir sabahlarla, ne bir sığınak açılır gecede. Uyku bela, uykusuzluk bela. Çıkar yol yok, insafın adı yok. Aşıkların sinesi ıssız yarık topraklar gibive üzerinde aşığın canını yağma eden gam atlıları tepinmekte. İki aşığın da kalbi kaygıdan duracak gibi.
Birinin gönül aynasında bir gül kırılmış, diğerinin aynasında bir bülbül kaybolmuş. Ve ne baharı zorla getirmek mümkün, ne bülbüle can bağışlamak.
Sanki bütün cihan yasa gömülmüş. Geniş yeryüzü öyle daralmış ki, aşıkların nefesleri arza sığmaz olmuş. İki aşıkta da hasta bir gönül, bükülü boyun, kırık yaralı bir kalp ve elem.
Pervaneleri dağıtılmış, kendi kendine hüzünle yanan bir mum gibi eriyerek şöyle sayıklıyorlar: ‘’Ey felek, ayrılık hançeriyle yaraladığın kalbi nasıl tarif edeyim? Dilim kuru, dudaklarım yanmakta. Sürgüne reva görülen cana nasıl sabredeyim. Rüzgar değilim ki gazelimi yüklenip gideyim. Gül değilim ki bir başka baharda açayım. Sen gel ey felek. Sırrının girdabından kendin bahset. Madem öldürüyorsun, saklama, artık öldüğümü göster.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder